Dîvânü Lügati't-Türk müellifi ve büyük dil âlimi
KAŞGARLI MAHMUT; Dîvân’ında
Oğuz ve Hâkâniye adlı iki edebî şîveden bahseder
Bunlardan Oğuz Türklerinin kullandığı Oğuzca;
daha sonra Türklüğün İslâmî devresi içinde ve
Osmanlı Hânedanına nispetle Osmanlıca
veya
Osmanlı Türkçesi adını almıştır.
Milli kültürümüzün temellerini oluşturan çok değerli eserlerin büyük bir bölümü OSMANLICA ile yazılmıştır.
Ancak, yeni yetişen neslimiz çok kıymetli
ve kimi zaman da paha biçilemeyen
bu nadide eserlere bir turist kadar yabancıdır.
Öyle ki;
Kim bilir hangi dedesinden kalmış bir eser veya
eski bir tapu ya da bir paranın, bir çeşme kitabesinin ya da
her gün kapısından girdiği okulunun kitabesinden
hem içerik hem de estetik olarak en küçük bir
fikir sahibi olmayan gençlerimizin hali ortadadır.
Bizden sonraki nesillere
Milli kültürümüzü ulaştırma sorumluluğumuz bir yana
sanat noktasından dahi uzak kaldığımız bu mirasın
birçoğu, kendi başına bir sanat ekolü olabilecek
hattatlarımızın göz nuruyla bir dantela gibi işlenerek
meydana getirilmiştir.
Ancak
ne yazık ki; bu eserler artık yabancı müze ve
koleksiyoncuların en güzel köşelerini süslemektedirler.
…..
ne acayiptir ki; tamamen bize ait olan ve
artık günümüzde OSMANLICA olarak tabir edilen
Osmanlı Türkçesini,
İngilizce, Arapça gibi yabancı bir dil zannedenlerin sayısı maalesef
hiç de az değildi.
Şans eseri yurt dışına çıkarılamamış olanlar ise,
bizlerin çoğunlukla varlıklarından dahi habersiz olduğumuz
içindir ki; bu sanat eserlerimiz keşfedilmeyi beklerken;
birçoğu sahasında otorite olmuş ve hala bu vasfını koruyan
el yazması,nadide eserler kütüphanelerin tozlu raflarında
onları gün ışığına çıkaracak şefkatli elleri beklemektedirler .
Ve yedi asır cihana hükmetmiş bir milletin torunları,
bugün önlerine konulan az sayıdaki çevirilerin dışında bu eşsiz kültür birikiminden İstifade edememektedirler.
Bu durumda; günümüz gençliğinin
hissesine dedelerinin birkaç bin sene önce yazdıklarını okuyup anlayan diğer milletlere imrenmek mi düşüyor?
Neden bizler de kendimiz ve çocuklarımıza ecdadımızın birikimine birinci elden ulaşma imkanı tanımayalım?
Gönlünde Milli kültürden bir nebze olsun hissesi bulunanların bu duruma kayıtız kalması ve üzülmemesi mümkün değildir.
Yabancı araştırmacıların Osmanlı Türkçesini öğrenerek yaptıkları araştırmalardan, bu gün ancak yabancı dil bilenler istifade edebilirken; bilimsel çeviriler de referans olarak milli kütüphanelerimizi göstermektedir.
Tarih, edebiyat, sosyoloji, ilahiyat vb. bilim dallarında Osmanlı Türkçesiyle ciddi eserler verilmiş olması, araştırmacıların Osmanlı Türkçesini okumasını ve öğrenmesini şart kılmaktadır.
İnsanlar geçmişlerini merak ediyorlar, temellerini arıyorlar. Ararken geçmişle alakalı olarak çok az miktarda eserin
Latin alfabesine aktarılmış olduğunu görüyorlar.
Diğer metinlere, yüz binlerce esere bir şekilde ulaşmak istiyorlar.
Bunun dışında dini kaynaklara yöneliyorlar ve bu sebeple bir şekilde Osmanlıca metinlere müracaat etmek zorundalar. Ya da bazen evde babadan, dededen kalma metinler, tapu kayıtları oluyor ve bu insanları harekete geçiriyor.
Böylece ev hanımı da iş adamı da
Osmanlıca kursunun yolunu tutuyor.
Bugün OSMANLICAYI öğrenmek, öz yurdunda kendi kültürüne yabancı kalmış bir neslin vicdanında, ecdadına ve tarihine karşı çok geç kalınmış bir fikir borcudur.
Bu kurslar, Osmanlı Türkçesini Okuma ve Yazma kursu adı
altında iki yıldır düzenlenmekte olup, yukarıda bahsedilen
Milli kültür hazinemizin kapısını az da olsa aralayarak
yeni kuşaklara bu hazinenin kıymetini ve tadını
ulaştırmayı hedeflemektedir.
OSMANLICA HAKKINDA KİM NE DEDİ..?
Sevmez sözde bilginler,
Bizim Türkçe dilini,
Bilgeler konuşursa,
Açar gönül ilmini.
Hoca Ahmet YESEVİ
Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz. Türk milleti tarafından fethedilmiş topraklar nasıl Türk vatanı olmuşsa, aynı millet tarafından Fethedilmiş kelimeler de öyle Türk kelimesi olmuştur. Asırlarca Türk'ün malı olmuş, Türk sesiyle ve Türk san’atıyla işlenmiş; ev, âile, köy Türkçesine, aşk ve îman Türkçesine girmiş; Türk'ün heyecânına işlenip vicdânına yerleşmiş ve Türk olmuş kelimeler de Verilemez!.. Bunlar, bizim zafer ve şeref hâtıralarımızdır.
Yeryüzünde milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan aciz bir tek millet var mıdır? Tarihinden edebiyatından, ilmi, felsefi ve dini eserlerinden, milli kültür hazinelerinden haberi olmayan bir miletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir?Avrupalılar okullarında Shakesper’e, Milton’a, Schiller’e, Voltaire’e dair bilgi verirken talebeye bu yazarların okul kütüphanesindeki eserleri de okutulur. Bir kitabın bir parçası değil, tamamı okutulur. Bugün yirmi yaşlarında bir Türk genci Naima’yı, Fuzuli’yi, Cevdet Paşa tarihini orjinalinden okuyamaz.
Yeni yazıya çevirisini okusa da anlayamaz. Bu talihsiz delikanlı için Baki’nin o muhteşem “Mersiye” si Galib’in o enfes “Hüsn ü Aşk” ı Hamid’in “Tarık Bin Ziyad”ı simsiyah karanlıklara batmış muazzam abidelerdir. O zavallıcık bu eserlerin arasında, İstanbul’un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gözü kör dolaşan bir turist gibi gezip durur. Kendi tarihini, atasını, dilini, edebiyatını bilmez ve sevmez. Yani kendini bilmez ve sevmez.
Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle şuuruyla.
Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız ihtilali, tek mukaddese saygı göstermiştir: Kamusa…
Heyhat! Batıda cinnet bile terbiyeli.
Osmanlıca ilgisini iyi ama geç kalınmış bir hamle olarak değerlendiren araştırmacı-yazar Dursun Gürlek şunları söylüyor: “Rahmetli Cemil Meriç’ten defalarca duydum. Türkiye’de Osmanlıca öğrenmenin Arapça öğrenmek kadar hatta daha mühim olduğunu söylerdi. Çünkü kütüphanelerimiz Osmanlıca eserlerle dolu ve işin garibi bu eserlere bizden çok Avrupalı oryantalistler ilgi gösteriyor. Düşünebiliyor musunuz benim kütüphanemdeki eserleri bir Fransız ya da İngiliz araştırıcı rahatlıkla okuyup çevirebiliyor, ben tabiri caizse bön bön bakıyorum. Yahut çevremdeki mezar taşlarını okuyamıyorum. Dedemden kalan tapu belgesini okuyamıyorum. En güzel tarihi eserler İstanbul’da, fakat Osmanlı çeşmelerinin, camilerinin kitâbelerini okuyamıyorum. Tabii bu lüzum, bu boşluk gün geçtikçe daha iyi açığa çıktığı için Osmanlıca’ya rağbet var. Kanaatim odur ki rağbet artacak.”
Osmanlı Türkçesi; Türklerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri özgün bir dildir. Arapçadan da Farsçadan da yararlanmış ama ikisi de olmamış; yeni Türk kuşakları Osmanlı Türkçesini anlayabilmelidir ki, gelecekle geçmiş arasındaki köprüyü sağlam kurabilsinler.
Bugün Türkiye’de bir münevverin Osmanlıca okumayı bilmesi lâzım. Atla deve değil. Osmanlıca öyle Fransızca ve Rusça gibi ayrı dil olarak anlaşılamaz, Arap harfleriyle yazılan bir Türkçedir. Her dil asırdan asıra bazı değişiklikler geçirir ama bu durum ayrı bir dilden söz etmeyi gerektirmez. Nihayet anneannemizle dedemizin mektuplaşma dilidir.
Türkiye'de entelektüelliğin şartı Osmanlıca bilmektir. Bizde kendi kültürünü bilmez,İngilizceden okumaya çalışır. Batı'yı bilmez sadece kafa çekip ahkâm keser.
Ben şunu söylüyorum: Türkiye'de Osmanlıca bilmeyen entelektüeller cahildir. 1928 öncesi yazılmış şeyleri okuyamıyorsanız eğer, hiç 'okur-yazarım' diye geçinmeyin. Bugün bir İngiliz entelektüeli Shakespeare'i, Shelly'yi okur, bilir. Bizimkiler Nedim'i, Fuzuli'yi anlamaz, Şeyh Galip'i utanmadan İngilizcesinden okurlar.
Birçok tarih kitabı hâlâ Osmanlıcadır bizde. Kendi kültürünü bilmeyen entelektüel olamaz.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan dil, şüphe yok ki Türkçeydi. İçinde fazlasıyla Arapça ve Farsça kelime bulunmasına rağmen cümle yapısı Türkçeydi. Bugün de anlaşılabilen ve sade bir Türkçeyle yazılmış olan metinleri gözden uzak tutmamalıyız. Fatih Sultan Mehmet dönemi tarih yazarlarından Tursun Bey’in yazdığı Târîh-i Ebü’l-Feth adlı eseri okurken işaretlediğim bazı cümleler vardı. “Osmanlıca mı, Osmanlı Türkçesi mi?” tartışmasında aklıma bu eserde işaretlediğim cümleler geldi; birkaçını aktarayım:
“Gel imdi her gün ah eyle,
Günahlarını anup inile;
Biz kıssaya girelim, sen dinle ...”
Vasıflı insan olmak isteyen her Türkiyeli genç mutlaka ve mutlaka zengin, edebi, yazılı Türkçeyi, yani Osmanlıcayı iyi derecede öğrenmekle mükelleftir. Osmanlıca bilmeden köylü, bakkal, işportacı, kasap, esnaf olunabilir, ama münevver, yüksek tabaka mensubu, kültürlü olunamaz.Yeterli Osmanlıca bilmenin ölçüsü de şudur: Zevk ve haz alarak, mânasını anlayarak Türk dilinin en büyük şairi Fuzulî’nin divanını, aslî metninden okuyabilmek.
Türk diline yapılan kasıtlı müdahaleler sonunda dilimizin gittikçe fakirleşmekte ve ifade yeteneğini kaybetmekte oluşudur. Daha önce kullanılmış olan; aşikar, bedihi, dekolte, münhal, müstehcen, vazıh, bariz… gibi 12 kelimenin bir tek -açık- kelimesiyle karşılanması dilde nasıl bir kavram kargaşasına yol açar? Nüanslar nasıl kaybolur ve bu müdahale Dili nasıl fakirleştirir, düşünülmeye değer! Bu pek çok misalden Bir tanesidir.
Benim resimde varmak istediğim son noktayı
İslam yazısı çoktan bulmuş.
PİCASSO